SANATIN KÖR NOKTASINDA KALMAK – AHMET İLHAN

FacebookTwitter

 

Konumuz sanatta yok say(ıl)ma olduğunda, bunun üzerine düşünmeler gerçekleştirirken karşılaşacağımız temel soru “Değer sorunu” dur. Değer sorunu ile sanatın/sanatçının verili durumu arasındaki, teorik ve pratik hoşnutsuzluk arasındaki bağlantıyı kurmak için de başka bir belirleyici soruyla karşılaşırız: “Sanatsal değer nedir?” Bir sanat eserini yargıladığımızda neyi yargılıyoruz? Doğal bir nesneyi, örneğin bir manzarayı estetik açıdan değerlendirmek, onun estetik niteliklerini takdir etmek anlamına mı gelir? Estetik özellikleri; “güzel, yüce, görkemli, berbat” gibi sıfatlarla ifade etmek, bu estetik özellikleri, göreceliliğin alanından alıp bilimsel kesinliği olan nesnel ölçüler alanına taşımak nasıl mümkün olur? Ya da mümkün müdür? Bu yüzden de bir doğal nesnede olduğu gibi sanatsal nesneyi de değerlendirirken, onun için de estetik ölçüleri katı-kesin parametrelerle belirlemek her zaman tartışmalı bir alan olmuştur. Immanuel Kant’ın sanatsal beğeni ve ölçüyü nesnel kriterlerle belirleme çabası da nihayetinde bu tartışmaları sonlandıramamıştır. Ancak sanat eserinin estetik değeri için akademik, bilimsel yöntemlerle gerçekleşmiş titiz, özenli, dikkatli kriterler bulmak, belirlemek, nesnel süreçler uygulamak bu durumu tümüyle keyfiliğin, sübjektivizmin insafına terk etmemek anlamında da hayatidir. Yine de sanat eserinin değer bulmasındaki bu netameli, tekinsiz durum, bazı sanatçılar ve ürünleri için sık sık yok sayıldıkları, haklarının yendiği, görmezden gelindikleri gibi olumsuz duygular eşliğinde tartışılır. Diğer taraftan da bir sanatçı için “yok say(ıl)ma-sayılmama”, sanat piyasası içindeki karmaşadan-kalabalıktan sıyrılıp yukarı çıkma, tanınma, değer bulma aşamalarından birine takılıp takılmamayı ifade eder. Sanat tarihi, sanat yolculuğuna çıkanların bu tür nahoş-trajik hikâyeleriyle doludur. Sanat alanındaki yapılanmalar, ticari yaklaşımlar, hiyerarşik örgütlenmeler, ahbap dost ilişkileri, dar grupçu yaklaşımlar kimileri için sürekli yakınılan “yok sayma/sayılma” girdabını yaratmış görünüyor.

Jack London, George Orwell, Elias Canetti ve daha sayılamayacak birçok değerli ve dünya çapında tanınmış sanatçının yazarlıklarının başlangıç yıllarında sanat camiasının oligarkları tarafından görmezden gelindikleri, yok sayıldıkları ve eserlerini yayımlatmak, tanıtmak konusunda zorluklar yaşadıkları konusunda metinler okuruz, konuşmalar duyarız. Henüz tanınmayan her bir genç sanatçının, eserini ve kendini görünür yapmak konusundaki çabası, engellerle kesintiye uğradığında, bu bilgi bir teselli ve motivasyon aracı olabilir. Elbette bu tesellinin de bir kullanım sınırı vardır ve bir yerden sonra bir hayal kırıklığı ve yılgınlıkla sanatçının tümüyle geri çekilmesiyle de sonuçlanabilir. Bu tür engellerin hemen hepsinde yarattığı duygu, bir sanatçı olarak kendisinin ve sanat eserinin değerinin anlaşılamadığı ve bilinçli bir görmezden gelmenin, yok sayılmanın kurbanı olduğu biçimindedir. Bu duyguyu, bugün kendisi adına enstitüler, üniversitelerde kürsüler açılan, sayısız yazıya konu edilen Ahmet Hamdi Tanpınar da kendisi için “sükût suikastına uğramak” olarak adlandırmıştı. Bu yüzden bir sanat eseri ve onun yaratıcısı söz konusu olduğunda, ilk bakılması gereken şeyin estetik değer olması gereği, bütün bir sanat tarihi boyunca yeterince önemsenmiş midir, yoksa bu değerin belirlenimindeki zorluk da dâhil eserin ve yaratıcısının önüne başka türlü hiyerarşik ilişkilerin bentleri dikilmiş midir sorusu önemini hiç kaybetmemiştir. Araçların seyir akışında dikiz aynasında olduğu gibi eserin ve yaratıcısının da görünür olmasını engelleyen, bir “kör nokta” çoğu sanatçı için ilk yola koyulduğunda karşı karşıya geldiği bir zorluk, bir engel olarak söz konusu olur. Buradaki görünmeme, araç sürücüsünün bilinçli eylemiyle olmaz, fakat sanat dünyası söz konusu olduğunda daha çok bilerek isteyerek gerçekleşen görmemeler/yok saymalar söz konusu edilir. Bu kör nokta, “tanınma-var sayılma” olmadığında neyin eksik olduğunun tanımıdır; bir benzetmeyle eseri nihayetinde bir ekonomik ürün olarak düşünürsek bu eksikliğin ekonomik mal(lar)ın dağıtılmamasından, erişilebilirliğinden kaynaklandığı ve yetersiz bir sanatsal tanınmanın, sanatsal üretime eşit katılımın önünde bir engele dönüşmesi (yani sanatta eşit haklara sahip tam teşekküllü bir sanatçı statüsünün elde edilememesi) gibi bir durum yarattığı söylenebilir.

Bu bağlamda bir beklenti olarak dile getirilen “hakkaniyet-eşitlik istencinin”, eşitlik koşulu ile ilgili olmadığı, daha çok veya tamamen piyasa şartları için “büyüklüklerin sıralanmasıyla” ilgili olduğu geç de olsa öğrenilir. Tanınma arzusu içindeki sanatçının eseri harika mı, iyi mi yoksa vasat veya vasatın da altında mı? Yenilikçi mi, özgün mü? Kalıcı mı, gelip geçici mi? Tanınmış veya kabul görmüşlerden görece farkı nedir? Bir ürün olarak piyasa değeri nedir, pazarlanmaya uygun mudur? Vs. gibi bu çeşit düzene koyma, hiyerarşileştirme, göreli büyüklükleri sabitleme işlemleri ne yazık ki zorunlu olarak eşitsizlik barındırmaktadır. Çünkü bu durum, yetenekler ölçeğinde hakkıyla ve hakkaniyetle yerleri belirleme meselesi; mutlak, titiz, olabildiğince ideal bir adalet gerekliliği ve ihtiyacıyla desteklenmemektedir. Sanatçı için “verilen/belirlenen yerin” adil olması anlamında, bu değerin ölçüsünü belirleme veya tanımını yapma noktasında piyasanın veya mevcut hiyerarşik yapılanmanın tavrının/tutumunun, sanatçının gerçek değeriyle orantılı olması ihtiyacı ne yazık ki hiçbir zaman laikiyle karşılanmaz. Sanatta tanınmanın/kabul görmenin özel konusu budur: beceri ve performans değerlendirmede eşitsizlikleri onaylayan özel bir “eşitsizlik zemini” baştan verili olarak vardır. Bu, baş edilmesi gereken can sıkıcı durumun, daha yolculuğun başında birçok sanatçıyı, sanata-sanat dünyasına küstürdüğü, yaratıcılığına ket vurduğu bir gerçektir.

Yani sanatçı için “sanatsal yaşama katılım” konusu, sanatçının kimliğinin tanınması, talip olanın sanat dünyasına dâhil olması baştan beri bir mesele olarak sanatçının karşısına dikilir. Ancak bu hiçbir şekilde etik-estetik bir gerekliliğin, normatif bir iddianın nesnesi olamaz: çünkü söz konusu kişinin gerçekten bir sanatçı olduğunu kanıtlaması hiçbir zaman tam olarak bireysel kapasitesinin ve yalnızca sanatçı olmaya ilişkin doğal “testler sürecinin” sonunda gerçekleşemez. Nitekim profesyonel sanat yaşamına girişi organize etmek, görmezden gelinmeyi/yok sayılmayı aşmak, sanatsal yaşama ve üretime gerçek bir katılım, bu yönüyle en temelde eşitsiz ilişkilerin, türlü ayak oyunlarının, iktidar yapılanmalarının, sanatsal kliklerin-cemaatlerin kaygan parkurunda koşmayı kabul etmek ve süreci işlevsel/pragmatist yöntemlerle yürütme becerisine bağlı kalır. Zira iş dolaşıp gelip sanatçının kişisel ilişkilerde etkili bir şekilde gösterdiği/geliştirdiği kaynaklara/araçlara, özel ilişkilere, kendini bir ürüne dönüştürüp sunabilmesindeki maharetine dayanır.

Tanınma eksikliği; sanatçının varlığını bilinçli-kasti bir askıya alma, hiçleştirme, değersizleştirme politik edimine dayanmıyorsa, (nitekim “yok sayma” bir değer ölçüsü de değildir ki her eser az veya çok bir değer taşır ve yok sayılmayı hak etmez), tanınma noktasındaki kör noktayı açığa çıkarmak için gerçekleştirilecek olan nesnel irdelemeler sanatçı açısından objektif veriler de sunabilir. Sanatçının, kendisi ve eserinin salt ekonomik yeniden dağıtım sorunlarına indirgenemeyecek tanınma sorunlarını sorunsallaştırma hakkına sahip olduğu bir noktada, bunun nedenlerini irdelemesi de en doğal ve gerekli tepkisi olmalıdır. Örneğin sanatçı kendisi için yok sayılma veya tanınma sorununun kökeninde kültürel ya da antropolojik kimliğinin kolektif boyutuna, yani bir birey ve sanatçı olarak doğumdan miras aldığı bu tür aidiyet nüvelerine -etnik veya dini kökenine, cinsiyet, hatta cinsel yönelimine; ayrıca siyasal-politik tutumuna ilişkin parametrelerin olup olmadığı konusunu sorun etmelidir/eder. Tanınmamanın/yok sayılmanın bu parametreler dışında nispeten daha teknik boyutları da vardır: Birincisi; çoğu sanatçı, erişim olanağına sahip olmadığı için, konusunda uzman olan otoriteler tarafından sağlanacak olan itibar kazanma yoluyla “tanınma” şansını elde edemez; ikincisi yine çok az sanatçı, yazılı ve görsel basın kanalları yoluyla elde edebileceği kamuoyu önüne çıkma, görünür olma, isminin duyulması olanağına kavuşur; üçüncüsü, yine çok az sanatçı ekonomik araçları çok yönlü ve güçlü bir biçimde kullanma imkânına sahip bir yayınevince eserinin yayımlanması şansına sahip olur; dördüncüsü çok az sanatçının eseri, hatırı sayılır editörler, eleştirmenler, küratörler, yorumcular ve etkili okur grupları tarafından dikkat ve ilginin konusu edilir. Sanatçı için yok sayılma, tanınmama meselesi kişiselleştirmelerin, öznel hikâyelendirmelerin, belli bir paranoya algısının içinde değerlendirilmeyecekse ki bu yaklaşım pek anlamlı bulunmaz, konunun nesnel ve olgusal parametreleri dikkate alınarak irdelediğinde bu saiklerden hangilerinin geçerli olduğu anlaşılmış olur. Tabii yukarıda sıralanan nedenlerden çok daha başka etkenler de söz konusu olabilir.

Diğer taraftan da tanınmayı/kabul görmeyi, kendisi ve sanatı için bir “meşrulaştırma” sorunu haline getirmek, kendisinin ve eserinin varlığını/değerini bir iktidar otoritesi/otoriteleri tarafından belli normların dayatılmasına indirgemek de anlamlı bir beklenti ve davranışsal tutum olamaz/olmamalıdır. Nitekim bu durum, mevcut oligarşik yapılar ve iktidar odakları için meşruiyet arayışındaki nesneyi/özneyi istismar edici bir yetkiyle donanmak anlamına geldiği gibi sanatın ve sanatçının tarihsel değerine, saygınlığına halel getirici, sanatın ve sanatçının özgürce eyleme-yaratma hakkını elinden alıcı bir etki de yaratır. Her ne kadar bu meşrulaştırma “gücünün” (eleştirmenler, kurumlar, piyasa vb. tarafından) kullanılmasının, nesnesi olanlar (sanatçılar), hararetle bunu arzu etseler ve sanat dünyasına dâhil olmanın yolunun bu meşruiyetten geçtiğine inansalar ve gerçekten durum böyle olsa da bunun, bir türlü içinden çıkamadıkları bir paradoksu ima ettiğini de bilmelidirler. Nitekim tanınmayı istemenin, bir farkındalığın-göz önünde olmanın, popülaritenin veya meşruluk kazanmanın nesnesi olarak tanınmayı arzu edenler, günümüz şartlarında ve verili pragmatist ilişkisel yapıda; çoğu kez başkalarını ezerek ilerlemek ya da hak etmedikleri halde yine de yükselmeyi istemek gibi, başkalarının gözünde kırılganlığın veya narsisizm eğiliminin bir ifadesi olarak tanınma ihtiyacının kınandığı bir noktaya da taşınırlar. Tanınma talebine eleştirel bir yaklaşımla bir çeşit hastalık veya zaaf olarak “tanınma patolojisinden” söz edilen bir konum içinde değersizleştirilirler. Tanınma-yok sayılmama derdindeki her sanatçı, bizzat tanınmış meslektaşları tarafından örneğin bir yazar olarak statüsünün tanınmasının onun için ne kadar önemli olduğunu bilir, ancak aynı zamanda bu anlamda herhangi bir taleple ortaya çıktığında da ne kadar kolayca dalga geçilebilir, hatta alay konusu olabilir, olduğunu da görüp deneyimler. Fakat nihayetinde şunu da söylemek gerekir ki tanınma sorununu, tek taraflı bir tahakküm sorunsalına da indirgememek gerekir. Foucault’nun ya da Bourdieu’nun iktidar ve tahakküm üzerine düşünmelerinden yararlanarak söylersek: Bizi tanıma gücüne sahip olanlara bağlıyız, ancak bu gücün kendisi de alakayı, önemi, etkililiği tanıma kapasitemize tabidir. Karşılıklı bir bağımlılıktır bu. Öyleyse saygın bir şekilde tanınma-var kabul edilme ile kirli piyasa ilişkilerinin düzenbaz bir eyleyicisi olarak tanınır kılınma arasındaki gergin ve gerilimli alanda, çizginin hangi tarafında duracağımız, bizim gerçek bir sanatçı olup olmadığımızı da belirler diyebiliriz.

Tanınmama ile yok sayılmanın aynı anlamda kullanılmaması da konunun başka bir boyutu olmalıdır. Nitekim edebiyat tarihimizde devletin resmi kanonuna, güçlü eğilim-grup ve kolektiflerin kanonuna dâhil edilmeyip yok sayılanlar çok olmuştur. Ama bu çaba, onların tanınmasının önünde bir engel oluşturamamıştır. Tanınmama sanatçının ve eserin estetik değerinin/gücünün azlığından da kaynaklanabilir, tanınmış olma bağlamındaki pratik ilişkilerinin zayıflığından da kaynaklanabilir. İkincisi her an aşılabilir veya hiç aşılamayabilir bir talihsizlik olarak değerlendirilse de birincisi için tanınmama, bir hakkın yerini bulması anlamında da değerlendirilebilir. Nitekim sayısız sanatçı ve sayısız eserin her birinin tanınmayı hak ettiğini de düşünemeyiz. Fakat yok sayma, eserin-sanatçının bir değer/ölçü sürecine tabi tutulmadan veya tutulsa bile bunlar görmezden gelinerek onu hiçleştirme, varlığını ortadan kaldırma, hükümsüzleştirme edimi olarak bilinçli bir kötülük istencinin konusu olur. Peki, bu kötülük politikası nasıl kolayca hayat bulur? Kişisel kıskançlıkların, çekememezliklerin, keyfiliklerin, mürit edinme çabalarının, cemaatleşmelerin yarattığı olumsuzluk alanı bir tarafa asıl dikkat edilmesi gereken nokta; sanat yapıtlarının piyasa değerinin, nasıl onların estetik değerinin yerini almaya evrildiğidir. Bu, büyük ölçüde, bir eserin mükemmelliğini estetik bir nesne olarak değerlendirmenin mümkün olduğu ideal akademik standartlara dayanan her türlü sanatsal eleştirinin ortadan kalkması nedeniyle gerçekleşmiştir diyebiliriz. Estetik/sanatsal zevk ve değer; tanınma, popüler olma ve özdeşleşmenin entelektüel zevkinin yerini almış görünüyor. Bu da sanatsal ilişkilerin oluşmasındaki temel zeminin yozlaşması, keyfileşmesi, bayağılaşmasını doğurmuş oluyor. Öyle ya bir eser, bir estetik nesne olarak mükemmelen/hakkıyla değerlendiril(e)meyecekse, geriye büsbütün keyfilik ve kişisel ilişkilerin hiyerarşisinin yarattığı eşitsizlik kalır. Bu ortamın yarattığı değer alanı da ancak negatif anlamda uygulamalı nihilizmle açıklanabilir: Nitekim bu bağlamda nihilizm sadece değerler hiyerarşisinin olmadığı bir doktrin olmaz, aynı zamanda olgusal olarak bu değerlerin olumsuzlanması durumu olarak da gerçekleşir. Bir sanat eserini ve sanatçının sanatsal yetkinliğini/yaratıcılığını her tür sübjektif koşulun gadrine terk ettiğimizde ortaya çıkacak olan durum, iyinin-kötünün, güzelin-çirkinin, değerlinin-değersizin, yücenin-bayağının bir karmaşa içinde birbirine karışacağı mutlak çöküşe doğru savrulan kaotik bir ortamdır. Sanat eseri ve sanatçı, bu tür pragmatik ilişkilerin kurbanı kılındığında sanatın tarihsel ve evrensel işlevi, değeri de ortadan kalkmış olur. Ve gerçek anlamda “yok sayılan”, bir sanatçı değil, sanatın bizzat kendisi olur.

 

FacebookTwitter
FacebookTwitter